Aşağıda okuyacağınız hikayeyi iki sene evvel bir derginin 19 Mayıs’la ilgli bir yazı talebinde yazmıştım. Her zaman kafamda irili ufaklı Kurtuluş Savaşı hikayeleri olur, ömrüm yeterse bir roman yazmayı da istiyorum yalnızca henüz bunun için hazır olduğumu hissetmiyorum. Geçenlerde eski yazılarımı düzenlerken bu hikayeyle karşılaştım, daha sonra, mesela bir 19 Mayıs günü bunu blog’a yazarım ya da bir yerlere gönderirim diye düşünmüştüm çünkü yayınlanma fırsatı bulamamış, gün yüzü görmemiş bir hikaye olmuştu bu. 19 Mayıs yazısı isteyenler hikaye değil iki sayfalık, günün anlam ve önemini belirten birşeyler olması konusunda ısrar edince aşağıdaki hazineden mahrum kaldılar. Dün gece dostlarımla otururken sohbet dönüp dolaşıp yakın zamanlarda yayınlanan “Mustafa” belgeseline ve “Atatürk İmajı”na geldi. O zaman, dinlediklerimi düşündüğümde, şu günlerde bazı değerlere ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha farkettim… Lafı fazla uzatmadan sizi hikayeyle başbaşa bırakayım en iyisi…
Sarışın Kurdun İzinde: 19 Mayıs, Bir Doğum Günü
Güverteye çıktığında başlar ona döndü. Uzun boylu ya da geniş omuzlu değildi ama bir yere girdi mi sanki orayı doldururdu. Saçlarındaki sarışın dalga bıyıklarına da sıçramıştı.
Yaverinin dediğine göre cepheden İstanbul’a döndüğünde işgalci kuvvetlerin gemilerine uzun uzun bakmış.
Yaveri de “Halimiz nicedir beyim…” diye feryatlanınca.
“Canını sıkma” demiş. “Geldikleri gibi giderler.”
Adamcağızın ödü kopmuş, o aslan kükremesini birisi duyacak da başına dert açılacak diye. İki katlı ahşap eve gidinceye kadar Mustafa Kemal göğsünü gerip sanki sokakların paşasıymış gibi yürürken yaveri de sürekli sağa sola bakınıp durmuş.
Akıllı adam vesselam. Gürültüye pabuç bırakmaz, bir anda duygularına kapılıp da gözü dönmez. Çoğu kez içlendiğine şahit oldum ama, çok derindir duyguları. Özellikle de vatanın hali deyince dalıp gidiyordu ne zamandır. Ama Sultan onu 9. Ordu Kıtaatı Müfettişi olarak Samsun’a gönderince epey bir değişti. Gözlerinde bir parıltı var sanki. Kağıt üzerinde bölge halkı üzerinde güvenliği sağlamak, silahlanmış çetelerin Rum halkına karşı yapabilecekleri muhtemel sorunları engellemek üzere görevlendirilmişti. Ancak çok yakın dostları ve arkadaşları o bakışların ardında başka amaçlar da görüyorlardı.
Can dostlarıyla evinde kafa kafaya verip feragat için uzun uzun tartıştıkları söylentileri dolaşıyordu ne zamandır. Doğrudur diye korkuyorum iki günlük yolculuk boyunca. Kamarasından ne zaman çıksa çakmak çakmak gözleri, sanki yakacak çıra arıyorlar.
Bu sabah da öyleler, ayrı bir canlılar. Uzaktan nazlı bir kara parçasının, Anadolu’nun kıyıları görünüyor. Kiremit damlı evelerin biriktiği şehir ve yeşil tepelere saçılmış uzak çiftlikler birer nokta gibi adeta. Samsun. Karadeniz’e uzanmış, sessizce duruyor. Aynı halkı gibi; sessizce uyuyan bir kartal… Oysa tek gözü tetikte uyanmayı, yuvasını talan edip, yavrularının canına kastedenleri parçalamayı bekliyor.
Mustafa Kemal düşüncelerimi sezmiş gibi bana dönüyor. O delici bakışlar, kendinden emin ifade… Vakarı sanki sırtındaki ceket gibi kuşanmış. Onca insan varken beni nerden buluyor gözleri? Bir gülümsemenin gölgesini görüyorum bıyıklarının altında.
Korkuluklara doğru hareketlenince ufak bir sıkıntı dalgası geçiyor yüzünden ama geldiği gibi kayboluyor. Bugün umut dolu görünmeye çalışıyor. Oysa gemideki doktorlar böbreklerinde ağrı olduğunu söylemişlerdi. Gelecekte de pek çok kez olacağı gibi kendi sıhhatini hiçe sayıyor.
Samsuna bakıyor, yanında birkaç üstsubayı ile. Kendilerini karaya çıkaracak tekneyi beklerken heyecanlı görünüyor ve bu heyecanı herkese bulaşıyor. Karadeniz’den esen serin bir rüzgar var. Gökyüzündeki bulutları yarmış güneş yürekleri bile ısıtırken rüzgarının serin elleri ısınmış yürekleri okşuyor adeta. Sanki doğa bile bizlere kumanda eden bu adamın tezatlıklarını paylaşıyor.
Aman yanlış anlaşılmasın, onun akıl ve ruh dengesi hiçbirimizde yok. Sadece kendi acısının kendinin bilmez, vatanın acısını sahiplenir. Kendine verilen mükafat ve hediyeleri pek kabul etmez, vatanına sunulanları beyhude şekilde uygun ve gerekli yerlere yönlendirir.
Bizi karaya çıkaracak takaya doluşuyoruz. Mustafa Kemal öyle saltanatı, iltiması pek sevmez. Kaptan, Paşa ve mahiyeti için bir tane, diğer kumandanlar için ikinci bir tane taka çağıracağını söylediğinde gerek olmadığını belirtmişti.
Bir tane gelsin kafiydi, bu zorlu zamanlarda lükse kaçmak mubah olmazdı. Alçak gönüllülüğü her vakit bizi şaşırtırdı.
Takanın burnunda başı dik duruyor. O denizlerden maviliği çalan gözlerini kısmış. Sanki karaya değil, orada koşturan insanların ruhlarına bakıyor.
Onun hakkında kulağıma çalınanlardan biri de cumhuriyet hakkındaki düşünceleri. Çok yakın dostlarının arasında sayılmasam da yakın dostlarının yakın dostlarıyım. Anlattıklarına göre vatanın efendisi padişah değil millet diyormuş, meşrutiyet idaresini doğru bulmuyor, Fransızların milliyetçi demokrasisini dile getiriyormuş.
Yahu adam, elinde onca fırsat var. Padişahın kızını bile ona vermek istediğini duydum. Birazcık arz etse tüm orduların başına geçebileceğini veyahut hükümet kurabileceğini biliyorum. Oysa, kafasında hep hayaller. Meğer nerden bilirmişim, o hayallerin halkının hayalleri olduğunu ve hiçbirimizin geleceği onun gibi ön göremediğini. Bir kaçımız toprak vermeyi, birkaçımız ise Amerikan mandasını savunacaktık önümüzdeki günlerde. O ille de halkın iradesi diye tutturacak, hepimizi de bu hususta yenecekti.
Karadeniz’in o başına buyruk dalgalarınla boğuşmamız uzun sürmüyor. Kısa süre sonra Samsun sahiline iniyoruz. İskeleye çıktığımızda Vali Bey, Emniyet Kuvvetleri Kumandanı ve Jandarma Komutanı bizleri karşılamak için hazır olda. Mustafa Kemal bir iki karşılama sözünü dinliyor, kibarca karşılık veriyor.
Geleceğini duyan halktan ufak bir kalabalık karşılıyor iskelenin ucunda bizi. Ellerinde bayrak olan çocukların giydikleri çaputlar kirli, yamalarla dolu. Böylesi bir halktan umarı ne olabilir Mustafa Kemal’in. Bazen heyecanlanıp gururla bahsettiği Türk halkı bu yenilmiş, sefalet içindeki halk mı? Şaşırıyorum.
Bir keresinde üstündeki elbiseler dökülen bir askerin yanına yanaşıp cepheye kurşun tedarikine ihtiyaç olduğunu bildirdiğine şahit olmuştum. Meğer haberciymiş. Adeta üzerindeki elbiseler yeniymiş, dudakları susuzluktan çatlamamış, açlıktan kemikleri sızlamıyormuş gibi gururla kurşundan gayrı başka hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığını beyan etmişti. Üniforma, aş, su da istesene be adam. İstemedi. Çanakkale Savunması’ndaydık, hangi cephe olduğunu hatırlamıyorum ama savaşın hızla devam ettiği günlerin başlarındaydık.
Mustafa Kemal istenilen mermiyi gönderirken bir astına bir şeyler mırıldandığını duydum.
“İşte görüyor musun?” dedi “Bizler yüreğindeki inanç ve savaşmak için cephane ve silah dışında başka hiçbir şey istemeyen bu insanlarla savaşı kazanacağız.”
Mustafa Kemal böyle bir adamdı. Boşa konuşmaz, kurduğu cümleler ile tarihin kendini yarattığını ispatlardı. Zaten böyle bir halktan böyle bir lider çıkması beklenirdi.
Kendisi için ayrılan misafir evine yönlenirken yüzünde sert bir gülümseme var, gözleri yine dalgın. Çevresindeki insanları selamlıyor, kendini karşılamaya gelmiş şehrin ileri gelenlerinin ellerini sıkıyor. Ancak kafası yine pek dolu belli…
Bugüne kadar onu düşünürken ya da tartışırken çok gördüm. Neden olduğunu bilmiyorum ama bugün üzerinde başka bir hal var.
Vali onu belediye binasına götürüyor. Binanın önündeki birkaç basamağa gelince duraklıyor. Bir iç çekiş ya da derin bir göğüs geçirme hissediyorum, hangisi bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, o alınan nefesin, her şey bitene kadar bırakılmayacağı.
“Haydı hayırlısıyla…” diye mırıldandığını duyuyorum Mustafa Kemal’in “Başlıyoruz…”
O gün Mustafa Kemal ile birlikte bir millet de uyanmaya başlıyor.
O günün böyle bir başlangıcın ilk adımı olacağını bilemezdik. O bizim görebileceğimizden çok daha ötesini görmüştü. Mustafa Kemal kendine sunulan bu fırsatı çok iyi değerlendirecekti. Önce Samsun’da güvenliği sağlayacak daha sonra Amasya, Sivas, Erzincan ve Erzurum’da kongreler düzenleyerek halkı bir araya toplayacaktı. Yayınlanan tamimlerde sonra Kurtuluş Savaşı bilfiil başlamış olacak, Meclis Ankara’da toplanacaktı.
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma mücadelesi başlayacaktı. Sonra da bu devletin yaşama mücadelesi… Biz doğrularımızla, yanlışlarımızla yapacağımızı yapacak, tarihin bize verdiği fırsatı kullanacaktık… Ne mutlu ki diğer devletlerin bile kıskanacağı gözüpek, zeki bir liderle ve ileriyi gören, modern bir dostla…
Mustafa Kemal’in kendi ağzıyla söylediği gibi; benim doğum günüm 19 Mayıs’tır, aynı halkımın doğduğu gibi…
Bahadır İçel