Etiketler
KEDİ
Hasta yatağımda ölümü bekliyordum. Zayıf ve kurumuş bedenim, güneşin soluk ışıkları ile yıkanıyor, genzime hastanenin kloroformla karışmış insan teri kokusu doluyordu. Kapı açılıp da serinlikle beraber ellilerini aşmış görünen üç adam getirdiğinde, beklediğim son şey ölümümün insanoğlunun varlığına bir anlam katması olasılığıydı.
Üç zevksiz kumaş pantolon, kolları yamalı ceket ve haki hırka kombinasyonuyla kendilerini donatmış görünen adamlar, yaşadığı yılları geride bırakmaktan yorgun, yolun son dönemecinde soluksuz kalmış atletler gibi göründüler bana. Şaşırmalı mıydım?
Ne o gözlüklerinin arkasına sığınmış bilmiş gözlerine ne de yüzlerindeki sıkıntılı ifadeye bir anlam yüklemeyi başarabilmiş değildim. Çevremi alarak durumuma ne kadar üzüldüklerini dile getirdiler beceriksizce.
Ölecektim.
Üzgündüler.
Eee.
Neden gelmişlerdi?
Profesör olduklarını dile getiren üç beyefendi, ağızlarını yayıp kafamdaki birkaç yerinden çıkmış çarkı yerine oturtan kelimeyi sarf ettiklerinde bir şeyleri anladığımı zannetme hatasına düşmüştüm.
“Deney” kelimesi ilk anda bana damarlarıma şırınga edilecek ve sabah akşam beni yarı koma durumunda yatıracak, derimde hastalıklı yaralar çıkaracak kimyevi ilaçları çağrıştırdı. Ama daha sonra bambaşka bir açıklama ile şaşkınlık derecemi test etmeye karar verdiler fakat ölmek üzere olan adamlar pek şaşırmaz.
Yapacakları “deney” bir fizik deneyiydi, en azından ben o kadarını anlayabildim. Parayla aldığım pazarlama eğitimini bile zorla tamamlayabilmiş olan ben, bu bilim zırvalıklarında hiçbir zaman parlak biri olamamıştım.
Eğer ölüm döşeğinizdeyseniz ve size ölmeden önce geride bırakabileceğiniz bir şeyler vaat ediyorlarsa bu teklifi geri çevirmezdiniz. Hastalığım boyunca beni yalnız bırakmayan birkaç dostuma ve aileme birkaç kuruş koparmayı da ihmal etmedim tabi ki. Deney gizli olacağından kimseye söz edemezdim ancak elindeki belgeler ben öldükten sonra paranın istediğim kişilere ulaşacağını teyit ediyordu. Ölmek mi dedim? Deneyden çıktıktan sonra diyecektim…
Adamların teklifini kabul ettim, yatağın yanı başındaki yüksek sehpada sessizce duran karton kutuyu aldım ve şerefe dercesine kaldırıp içindeki meyve suyunun son yudumunu iştahla höpürdettim. Öldükten sonra özleyeceğim bir şey de pipetlerin boş kaplarda çıkardığı bu deforme ses yankısı olacaktı.
İlk hafta bu üç bilim adamının sık ziyaretleri ile geçti. Bazen birisi, bazen ikisi bazen de hepsi birlikte geliyorlardı. Geliş saatleri belli olmuyordu. Gecenin üçünde geldikleri de oldu. Yaşamdaki son iki ayını harcayan birinin, bir haftasının değerini anlamış gibiydiler.
Sürekli bana birçok yerde olabilen maddelerden, uzaya gidip de yaşlanmayan adamlardan, kutunun içine tıkılıp da ölü olup olmadığı anlaşılmayan kedilerden bahsedip durdular. Neden bahsettiklerinden kendilerinin de çok emin olduğunu zannetmiyorum. Çünkü benim tek anlayabildiğim şey beni bir odaya kapatmak ve bir foton tabancasını çalıştırmak istiyor oluşlarıydı.
Bana on defa anlatmış olsalar da ne iyonizasyon, ne çekirdek parçalama ne de ışıma konularını anlayabilmiş değilim. Anlayabileceğimi de zannetmiyorum, zaten bir işime de yaramayacaklar, neden anlayayım ki? Ancak her nasılsa o odaya girdiğimde normal dünyada var olmayan “kuantum” parçacıklarına maruz kalacaktım. Askerlik yaparken, bir keresinde yakınımda bir mayın patlamış ve sağ bacağım şarapnel parçacıklarına maruz kalmıştı. İşte bu yüzden, bir şeylere maruz kalmanın acı verici olacağını düşünmeden edemiyordum.
Endişemi dile getirdiğimde ise bir dizi, tabancanın radyasyon korunumuyla ve güvenli çekirdek parçalamayla ilgili açıklama dinledim. Anlamadım. Bilim adamları ise sanki dünyada ilk kez bunları başarmış olmanın verdiği gururla konuşuyorlar, benden şaşkınlık nidaları bekliyorlardı. Gerçekten ilk kez bunu onlar başarmış olabilirdi. Ancak bana bir yararı yoktu. Şaşırmamı beklediler. Şaşırmadım.
Biraz hayal kırıklığına uğramış olsalar da heyecanla anlatmaya devam ettiler. Görseniz, o kutuya sanki kendileri girmek için izin alamadıklarından ve belki de kendi korkularını yenemediklerinden benim yerimde olmak için heyecanlandıklarını zannederdiniz.
İkinci hafta testlerle geçti. Sağlık testleri yapmaları epey komikti çünkü hastaydım ve ölecektim. Daha sonra psikolojik testler geldi. Siyah lekelere bulanmış onlarca kağıdı yorumlamam yetmemiş gibi bir de beni bir psikologla konuşturdular. Her nedense ölüme doğru giden bir adamın olması gerektiği kadar hüzün dolu ve depresif gelmedim ona. O öleceksin, dedikçe ben de, e sen de, deyip duruyordum. Benimkisi biraz erkense ne olmuş yani, daha büyük sorunlarım da olabilirdi. Mesela erken boşalıyor da olabilirdim. Bunu dile getirince psikologun yüzü değişti. Üstelemedim.
Her ne kadar ölüm sizi umursamaz yapıyor olsa da geride kötü hatırlanacak şeyler bırakmak istemiyorsunuz. Bazı insanların diğerlerini küstürüp tek başına gitmeyi tercih ettiklerini okumuştum. Arada bir güncel dergilere göz attığımı itiraf etmeliyim. Öfkeyle insanları ulaştırmak yerine sessiz sedasız ve ilgisizce gitmenin insanları daha az üzdüğünü düşünüyorum. Beni hatırlayacak birkaç kişi olsa da…
Üçüncü hafta deneyden önceki son haftamdı. Bilim adamları son ayıma girip güçten kesilmiş olmam riskine girmek istemiyorlardı. Acaba beni nasıl bulmuşlar, hastane başhekimini nasıl razı etmişlerdi? Her ne kadar bir araştırma hastanesinde olsam da insanların deneylerde kullanılmasının insan haklarına aykırı olduğunu biliyordum. Ben öldükten sonra birileri bu adamları dava edebilirdi ancak benim aklıma başhekimin yediği rüşvet ve bu bilim adamlarını bu kadar maddi destekle ayakta tutanın kim olduğu sorusu dışında hiçbir soru gelmedi.
Deneyden iki gün evvel memleketten kardeşim gelmişti. Ailem dediğim kardeşim beni son ziyarete geldiğini anlamış gibiydi. Annem ve babam bizi bırakıp bu dünyadan göç etmeyi tercih ettiklerinde ikimiz baş başa kalmıştık. Tercih ettiklerinde diyorum çünkü fazlaca alkol alıp araba sürmek nedense onlara çok akıllıca bir davranış olarak gelmiş olmalı. Arabaları yoldan çıkıp da bir ağaca toslayınca geride yalnızca içine sığınabileceğimiz bir ev ve boş bira şişeleri bıraktılar.
Ben yirmi, kardeşim ise on altı yaşındaydı o zaman. Bir şekilde iş buldum, hem kendime hem ona ama aramız hiçbir zaman iyi olmadı. Birkaç sene sonra evden çıkıp birkaç arkadaşıyla ev tuttu ve kendi hayatını kurdu. Onu kararları için hiç sorgulamadım, yardıma ihtiyacı olduğunda yardım ettim yalnızca.
Son görüşümde de bana nişanlısı ile evlenmek istediğinden bahsetti. Bir arkadaşıyla ortak minik bir dükkan açma planlarından ve eğer iyi olursam benimle birlikte çalışmak istediğinden. Herhalde hayatı boyunca bana söylediği en güzel şeydi. Ölecek olduğumu bilerek söylemesinin açtığı yarayı gizledim. Teşekkür ettim. Yarım saat kadar oturup kalktı.
Deneyden önceki gün bilim adamları insan yanlarını göstermeye karar verdiler. Son isteğimi sordular, eğer istersem bana güzel bir yemek ya da bir kadın ayarlayabileceklerini dile getirdiler. Acaba deneylere sokmadan evvel farelere de en lüks peynirden bir parça sunma adetleri var mıydı?
Zayıf bünyemin yemeklerle hiçbir zaman arası iyi olmamıştı ve nedense seks artık cazip gelmiyordu. Sanırım hayatımın en olgun devresine girmiştim. Onlardan tek bir dileğim oldu ve araba camlarının arkasından olsa da yaşamış olduğum bu şehri tekrar görmek, deniz kıyılarında rüzgarı hissetmek, gürültüsünü dinlemek, eğer öte tarafta bir şeyler varsa birlikte götüreceğim son anılar olarak zihnimdeki yerlerini aldılar.
Ertesi gün, yüksekçe bir apartmanın yeraltındaki bir araştırma laboratuarına ambulansla götürüldüm. Sessiz ambulansın içinde benimle birlikte bilim adamlarından biri de vardı. Deney esnasında yapabileceklerime dair beni son kez bilgilendirmekle görevliydi. Kısa çöpü o çekmiş olmalıydı.
Sizlere hiç deneyin ayrıntılarından bahsetmedim değil mi? Sanırım en uygun yeri ve zamanı. Bilim adamının sözleriyle ben “kedi” olacaktım. Evet, yanlış duymadınız, “Schrödinger’in Kedisi”. Kuantum parçacıkları yayan bir foton tabancasıyla kurşun tabakalarıyla kat kat örtülü bir odada baş başa kalacaktım. Tabanca çalıştığı anda ölü mü olacaktım yoksa diri mi? Bu şartlar altında herhangi bir anda kedinin ölü olup olamadığına bakamazdınız belki ama kedi ölü olup olmadığını bilirdi değil mi?
Ah, muhtemelen anında ölecektim ama ipin ucu da bu anda kopuyordu işte. Bu kuantum parçacıkları bozunma anından itibaren değişerek çekirdeklerinin içe göçmesi ve radyoaktivitelerini yitirecekleri şekilde programlanmıştı. Bunun ne anlama geldiğini sormayın çünkü ben de bilmiyorum. Tek anlayabildiğim bu bir kumardı, ya o kısacık an içinde maruz kaldığım radyasyon beni öldürecek ya da etkileyemeden zararsızca dağılıp gideceklerdi. Ama her nedense bilim adamları benim yarı ölü yarı diri olmamı bekliyorlardı. Bir şey sakladıklarını işte bu son anda sezinledim.
Benden izlenimlerimi elimden geldikçe not almamı istiyorlardı. Bir köşede oturacak, kağıt kalem yardımıyla yazabildiğim kadar yazacaktım, hislerim, geçen zaman, gördüklerim, merak uyandıran noktalar… Oysa kediyi merak öldürürdü.
Laboratuara girdiğimde kuruntularımdan emin olduğumu anladım, neredeyse iki adam kalınlığında bir kapının örttüğü, duvar kalınlıkları da kapıdan farklı olmayan oda yerli yerindeydi. Açık kapının içerisinde silahtan çok bir teleskopa benzeyen bir aygıt görünüyordu. Ancak asıl şaşırmama sebep olan şey, odanın yerin altındaki birkaç kilometrekarelik boşluğun içinde bulunuyor oluşu ve etrafında ise birbirine geçmiş, dünya maketlerindeki eksenlere benzeyen devasa metal halkalar duruyor oluşuydu. Odaya katlanabilir bir köprü yol uzanıyordu. O devasa halkalar ise deney esnasında odanın çevresinde dönüyor olacaklardı muhtemelen.
Ondan sonra her şey gerçekten hızlı oldu. Bilim adamının bazı ayrıntıları atlamayı seçtiğini kaçırdığı bakışlarından anladım. Sanırım bu ayrıntıları bilmemin kararımı etkilemeyeceğini düşünerek içini rahatlatıyordu. Haklıydılar. Ancak yine de benden bir şeyler gizlendiğini bilmek rahatsız ediciydi.
Umursamadım, odanın garipliğine bir kez daha bakarak köprüye adımımı attım.
Hala anlamamıştım, bu devasa halkalar, odayı tutan temeller de çekilmeden nasıl dönüşlerini tamamlayabilirlerdi ki? Ayaklarımın altında sarsılan köprüde ilerlerken bana eşlik eden bilim adamı dile getirdiğim soruyu yanıtladı. Odanın duvarları içindeki güçlü materyallerden ve çevre duvardaki elektromıknatıslardan söz etti. Anlamış gibi yaptım. Koskoca odayı boşlukta tutabiliyorlarsa deney konusunda endişelenmeli miydim? Ah, eninde sonunda ölecektim. Boş ver.
Oda ufaktı. Bir köşede kalem kağıt, görüntü ve ses kaydedici duruyordu. Tüm hazırlıklar bu deneyin ilk defa yapılmadığını anlattılar bana. Ancak anladığım kadarıyla deney anında dışarıyla iletişim kurmak imkansız oluyordu. Benden önce hangi canlılar ziyaret etmişti bu odayı? Fareler, belki gerçek bir kedi? Bu hayvanlara ne olmuştu? Ben bu sorularıma yanıt bulamadan bilim adamının kapıyı kapadığını, odanın tepesindeki muhtemelen pille çalışan ışığın göz kırptığını fark ettim.
İşte bu kadar.
Yalnızım.
Elime kalem kağıt alıp bir köşeye oturdum, ölümü beklemeye başladım.
Kalın bir uğuldama duymaya başladığımda odanın boşta asılı kaldığını ve çevresindeki metal halkaların dönmeye başladığını anladım. Ufak bir vınlama, ateşlemeye programlanmış foton silahının çalışmak üzere olduğunu anlattı bana.
Sesleri kağıda yazdım.
Tepedeki ışık kırpışırken vücudumda karıncalanan garip bir ısı hissettim. Foton tabancası içindeki çekirdek bölünmesi başlamış olmalıydı, radyasyona maruz kalıyordum.
Not aldım.
Ölecektim.
Üzüntü, korku, pişmanlık… Hiçbiri yoktu. Ayaklarımın altında boğuk gürüldemeler hissettim, oda sarsıldı. Foton tabancası yeşil bir ışıkla patladı.
İşte o anda her şey hızlandı ve yavaşladı sanki. Nefesimi tutmuş son bir acıya hazırlamıştım kendimi. O acı hızla bana gelip çarptı ve aynı anda hiç gelmeyen acıyı beklemeye devam ettim.
Öldüğüm anda yaşamaya devam ettiğimi anladım.
Hem vücudumdaki radyasyona maruz kalmış yanıklar yanıyor hem de sapasağlam bedenime bakıp kıpırtısızca duruyordum.
Bir ben kağıda olayları yazdı, bir ben kağıdı yere attı, diğer bir ben ölü olarak yerde kalmaya devam etti.
Öldüğüm için odadan çıkmam imkansızdı ama kapı açılmış, dışarı çıkıyordum işte.
Bütün evren sanki boşluk içinde sıvı olmuş da akıyor gibiydi…
Karşımdaki profesörler hem endişeyle içeriden bir ses bekliyor, hem beni heyecanla karşılıyorlar hem de korkuyla geri kaçıyorlardı. Her an olasılıklar artıyor, yaşanan gerçekler katman katman birbiri üzerine örtüldükçe insan algılarımın kapasite kısıtlılığı içimdeki paranoyayı tetikliyordu. Sonsuz kişiliğe bölünmüştüm, aynı anda hem evren hem de hiçlik olmuştum.
Tüm gerçeklikler üst üste binmişti…
Birinde oradan çıktıktan sonra, birkaç hafta içinde hastanedeki yatağımda ölüyordum.
Birinde hastalığımdan iyileştiğimi, evlenip çocuklara sahip olduğumu ve yaşlandığımı gördüm. Huzurla ağladım…
Birinde attığım her adımla gerçekliği yırtan, yürüyen bir yok ediciye dönüşmüştüm. Dünyanın bütünlüğün bozuluyor, evren dağılıyordu…
Birinde ise zaten ölmüştüm…
Kedi ölmüştü.
Bahadır İçel – Haziran 2007