Akşamdı.
İş çıkışıydı.
Otobüslerde eve gitmeye çalışıyordum. Aracın cılız ışığında güç bela okuyabildiğim kitabın sayfalarından başımı kaldırmıştım. Kayıp insanların yüzlerindeki kabullenmişlik ifadesi bir an için bana çok ağır gelmişti. O makus kaderini kabullenmiş insanlar, hayatları sanki o kadar gereksiz ve uzunmuş gibi saatlerini yollarda geçirebiliyor, dünyanın onca yeri varken çivisi çıkmış bu şehrin çevresine bir hayvan leşinin çevresine üşüşen sinekler gibi üşüşüyorlardı. Ölümden sonra hayat yoktu bu şehirde çünkü bu şehir zaten ölümden sonraki hayatı yaşıyordu. Günah ve sevaplarını sırtına yüklemiş insanlar geçici bir göç kurbanından başka bir şey değillerdi. Burada doğmuş olanlarsa göçenlerin ceremelerini paylaşıyorlardı hiç sızlanmadan. Benim doğduğum toprak bu şehrin sınırları içinde olsa ben ne kadar gelen varsa atmaya bakardım gözünün yaşına bakmadan. Bu şehrin taşına toprağına altını ilk yapanlar karıştırmamıştı ki. Sonradan gelenler serpiştirmişti meçhul yerlere, kulaklara yerleştirdikleri dedikodular gibi. Sanki dünyanın en değerli mücevheriymişçesine yedi düvel paylaşamamıştı bu şehri. Biçare körler ülkesi. Körler gelmişti buraya ilk, Khalkedon demişlerdi. Nerden bilirlerdi gözünün görmediği yere insanların tüm fazlasını çekeceklerini. Yo, aslında gayet normal olmalı bu, insanlığa yüzyıllarca körler hükmetmemiş miydi? Hala körler hükmediyordu. Bir avuç toprak parçası için döktüğü kanı, öldürdüğü çocukları, ana babasız bıraktığı yetimleri göremeyecek kadar kördüler hepsi de.
Doğruyu söyleyenleri asmaya, bir şeyler yapmak isteyenleri kesmeye meraklı bu körler günümüze kadar getirmişler ve ütopyalarındaki o kölelik imparatorluğunu kuruvermişlerdi. Haklarını yememek lazım çok didindiler, çok uğraştılar. Roma köleliği sistemleştirdiğinde tarihi barbarlıktan kurtaran bir güneş imparatorluğu olarak yükseliyordu. Daha sonra Hıristiyanlık ve Müslümanlık gelecek, en azından insanı başka bir insanın köleliğinden kurtaracaktı. Önünde diz çökeceğimiz tek şey yaratıcımız olacaktı ve o da bir yere kadar kabul edilebilir bir makullüğe sahipti. Eh, ne de olsa bizim yaratıcımız oydu, varoluşumuzu ona borçluyduk.
Daha sonra bilim geldi ama zannediyorum biz onu ıska geçip iki dünya savaşı yaptık ve gücü ekonomiye, sisteme, emparyale bırakıverdik. Bir anda tapındığımız Tanrı damarlarımızdaki kana ve oradan da elimizdeki mülke sıçrayıverdi. Görünür, elle tutulur bir hal aldı.
Şimdi hepimizin yeni tanrıları var. Modern dünyanın tanrıları… Önünde diz çöktüğümüz, her gün kurban vermekten mutlu olduğumuz tanrılarımız. “Ulaşım”a hayatımızı, zamanımızı veriyoruz o da karşılık olarak bizi uzaklara, aslında yakındaki uzaklara götürüyor. “İnternet”e bilgimizi veriyoruz ve o da her seferinde parmaklarıyla adını (www) zikretmemizi istediği yetmezmiş gibi bizi cinsellikle, dedikoduyla şeytana peşkeş çekiyor. “Şirket”e vücudumuzu ve beynimizi veriyoruz, o da bize tanrıların tanrısına, “Para”ya dokunma kutsiyetini bahşediyor ve “Para”ya ruhumuzu veriyoruz ki o da bize daha sağlıklı, daha mutlu, daha huzurlu ve daha rahat bir hayat versin diye. Çoktan hepimiz Müslümanlığı terk ettik ahali, kimse kimseyi kandırmasın. Oysa hayatımızda asıl gereken şeylere; sağlığımıza, sevdiklerimize, umutlarımıza gereken değeri versek belki gençlik gitmeden asıl yaratanımıza birazcık daha vakıf olabiliriz. Yoksa ölüm korkusuyla sarıldığımız dualarımızın kefareti hepimiz için muazzam olacaktır. İster inanın, ister inanmayın ama ölümden sonraki hayatı yaşıyoruz ve bunun ötesi yok.
Bahadır İçel